# taz.de -- Yazar Yavuz Ekinci: „Yazarın tutsaklığı otosansürle başlar“
       
       > Almancaya yeni çevrilen „Peygamberin Endişesi“ kitabının yazarı Yavuz
       > Ekinci ile modern çağda peygamber olmanın zorluklarını, sosyal medyanın
       > doğasını ve Kürt edebiyatını konuştuk.
       
 (IMG) Bild: „Her şeyi dert edinen, anlatamamanın çaresizliğini yaşayan, insanların kulak vermediği Mehdi benim“
       
       Yavuz Ekinci'nin son romanı „Peygamber Endişesi“nin ana karakteri Mehdi,
       sıradan endişeleri olan sıradan bir adam. Evinde küçük bir ailesi, ayağında
       iflah olmaz bir nasır ve Twitter'da çok az sayıda takipçisi var. Mehdi'nin
       hayatı, bir gün Cebrail'in kendisine görünmesiyle değişir. Mehdi, yaşadığı
       Büyük Kent'in sokaklarını bir peygamber olarak yürümeye başlar. Dünyanın
       acilen kurtarılmaya ihtiyacı olsa da, kimse Mehdi tarafından kurtarılmak
       istemez. 
       
       Batman ve İstanbul'da yaşayan Yavuz Ekinci'nin 2018 yılında Doğan
       Yayınevi'nden çıkan kitabı, Oliver Kontny tarafından Almancaya çevrildi ve
       Kunstmann Yayınevi tarafından basıldı. Ekinci ile modern çağda peygamber
       olmanın zorluklarını, sosyal medyanın doğasını ve Kürt edebiyatını
       konuştuk. 
       
       Taz.gazete: Peygamber olduğuna inanan Mehdi’nin hikayesini anlattığınız
       romanınızda acı, şiddet ve absürt espriler iç içe geçmiş. Bu dengeyi nasıl
       tutturdunuz? Romanı yazarken zorlandınız mı? 
       
       Yavuz Ekinci: Bu romanı yazarken elbette çok zorlandım. Çünkü çok ince bir
       çizgi üzerinde yürüdüğümü biliyordum. Mehdi, birçok yanıyla peygamberler
       tarihinin bir parodisi olduğu gibi aynı zamanda yaşadığı çağın tanığı ve
       vicdanı. Peygamberler tarihi açısından baktığınızda hepsinin ilk defa
       “peygamber“ olduğunu söylediği birileri olmuştur muhakkak. Ya eşi olmuştur,
       ya en güvendiği insan, ya da bir başka 'kıssaya uygun’ figürdür bu.
       Mehdi’nin yaşadığı çağ ve bulunduğu dönem/konum itibariyle böyle bir imkânı
       olmadığı ortada. Karısına durumu söylediği zaman onu delilikle ve
       şizofrenlikle suçlayıp konuyu kapatıyor.
       
       Yaşadığımız çağda „asosyal“ bir karakter olarak ortaya çıkan Mehdi ise en
       çok temasta bulunduğu berbere, balıkçıya ve fırıncıya ilk tebliğde
       bulunmaya çalışıyor. Bu yönleriyle elbette ironik ve komik bir durum. Çünkü
       Mehdi aslında çaresiz bir figür. Yaşadığı çağda yaşananların hiçbirine
       çözüm getiremeyecek; sizin ya da benim gibi birisi. Bu ince dengeyi tüm
       doğallığıyla aktarmak elbette zordu. Ama metni -elbette kontrolü tamamen
       kaybetmeden- kendi haline bırakmak, birçok açıdan benim işimi
       kolaylaştırdı. Çünkü Mehdi, yani peygamber aslında bir metafor, bir imge…
       Her şeyi görüyor ama değiştiremiyor. Çaresizlik içinde kıvranıyor, tıpkı
       bugün dünyanın kötüye doğru gittiğini gören binlerce insan gibi.
       
       Mehdi görüşlerini paylaşmak için Twitter kullansa da fazla tepki alamıyor,
       insanları ikna etmekte de zorlanıyor. Sizce sosyal medya bir görüşü yaymak
       veya insanlarla bir diyalog kurmak açısından kolaylaştırıcı bir araç mı?
       
       Sosyal medyanın hayatımızdaki yeri her geçen gün biraz daha artıyor.
       Düşündüğümüz şeyi Twitter üzerinden paylaşıyoruz. Gördüğümüz şeyi instagram
       üzerinden göstermeye çalışıyoruz. Dinlediğimiz şeyleri başka birtakım müzik
       platformları aracılığıyla insanlara dinletiyoruz. Bunlar “diyalog“ için
       değil daha çok göstermek için, dolaylı yoldan da olsa bir nevi tebliğ etmek
       için kullanılan medyalar. Koskoca devlet başkanları bile artık diplomatik
       meseleleri Twitter üzerinden açıklıyorlar. Dev şirketler basın
       açıklamalarını buralardan yapıyor.
       
       Türkiye özelinden bakacak olursak son yıllarda gazetelerin hatta
       televizyonların bile sosyal medyayı haber kaynağı olarak kullandıkları
       programlar var… Çünkü geleneksel medya belli birtakım ideolojik kamplara
       sıkışmış durumda. Sosyal medyanın manipüle edilebilir bir yönü var kabul
       ediyorum. Ama ne yazık ki Türkiye’deki yaygın geleneksel medya çoktan
       manipüle edilmiş durumda. Gazeteler kapatılıyor. Gazeteciler işten
       çıkarılıyor veya yaptıkları haberler yüzünden yargılanıyor… Bu yüzden de
       Türkiye’de ise bilhassa son beş yılda artık birçok şeyi sosyal medya
       üzerinden öğreniyoruz. Ama bunların hiçbiri sosyal medyanın diyalog aracı
       olduğunu göstermiyor.
       
       Yani peygamber olup olmamanız, sosyal medyada yarattığınız etkide
       belirleyici bir unsur değil. 
       
       Sosyal medyada takipçin kadar varsın. Yazdıkların dünyanın kaderini
       değiştirecek şeyler olsa da takipçin yoksa veya o an hiçbir takipçin bunu
       görmediyse uzay boşluğunda yok oluyor adeta. Mehdi’nin -ki onun ve
       peygamberliğinin bir metafor olduğunu söylemiştim- sosyal medyadaki
       çaresizliği onun düştüğü durumun ironik halinin bir göstergesi. Bugün
       birisi peygamber olduğunu söylese, birçok kişi o kişinin “sosyal medya“daki
       takipçi sayısına bakacaktır. Kaç kişi takip etmiş, kaç retweet almış, kaç
       like almış… İsa’nın, Musa’nın, Muhammed’in zamanında galiba işler daha
       kolaydı. Tanrının da yardımıyla bir mucize tüm sorunları çözebiliyordu.
       Sosyal medyadan nasıl bir mucize bekleyebiliriz ki? Bu çağda peygamber
       olmak çok zor.
       
       Ancak kitabın sonuna doğru Mehdi bir bar sahibi tarafından şiddet görüyor.
       Ardından bu görüntülerin “viral olması“ onu bir fenomen haline getiriyor.
       Türkiye'de insanların ya da hayvanların şiddet gördüğü videolar da aynı
       şekilde çok paylaşılıyor. Sosyal medyada başarılı olmak için mağdur olmak
       ya da kahramanlaşmak mı gerekiyor? 
       
       Bu sahneye sadece bar, dayak ve sosyal medya üzerinden bakamayız. Donkişot,
       nasıl ki bir şövalye parodisi ise Mehdi de bir peygamber parodisidir.
       Mağdur kim? Kahraman kim? Viral veya popüler olmak kitlelerin algılama
       yorumlama biçimine göre değişir. Viral olmanın itme kuvveti içerikten çok
       biçimle ilgilidir. Yani burada esas olan formdur. Bunu da mağdur, zalim,
       sevilen yahut nefret edilen şeylerin aynı formda viral olmasından ve benzer
       tepkiler uyandırmasından anlayabiliyoruz. Burada ciddi bir tehlike de var.
       Çünkü içerikten ya da konudan, yani etik ve politik olandan çok insanları
       etkileyen, nesnenin uyandırdığı heyecan ve görünme biçimi. Galeyana gelen
       kitlelerin çok kısa sürede mevzuyu unutup, başka bir mevzuyla yine bir
       andrenalinle coşmasını başka nasıl açıklayabiliriz? Soruya dönersek, Mehdi
       mağdur da olsa kahraman da olsa, form bakımından sosyal medyanın şemalarına
       uyuştuğu ölçüde viral olacaktır.
       
       Mehdi çağdaş teknoloji kullansa da bana çağdışı ve çağlarüstü bir kahraman
       gibi geldi. Kendisi trajik bir kahraman mı yoksa delinin teki mi? Ya da
       yalnızca fazlasıyla empati kuran bir insan mı?
       
       Mehdi, çevrede olup biten her şeyi görüyor ama bunu insanlara anlatamıyor.
       Çünkü kulaklar ona sağır, gözler ise kör. O anlatamamanın çaresizliğini ve
       yaratmanın sancılarını yaşıyor. Kimi açılardan Mehdi -eşinin de belirttiği
       üzere- şizofren bile olabilir. Sonuçta Cebrail’in kendine göründüğünü,
       peygamber olduğunu söyleyen birisi. Mahalle esnafına tebliğde bulunan
       birisi. Sosyal medyadan üç beş takipçisine (belki de inananlarına)
       seslenmeye çalışan çaresiz bir günümüz insanı. Yani ne trajik bir kahraman
       ne de deli! O hepimiz gibi içinde yaşadığı çağda yaşayan, çaresiz bir
       kahraman.
       
       Şu an Türkiye’de roman yazıp yayınlamak nasıl bir şey? Yazarlar açısından
       durum nasıl?
       
       Said Nursi “Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam“ demişti. Türkiye her
       geçen gün biraz daha otoriterleşen bir devlet. İnsan hakları, özgürlükler,
       yaşam hakkı, adalet duygusu çok ciddi tehdit altında. Özgürlük alanları her
       geçen gün biraz daha daralıyor. Ama bunlar bundan kırk yıl önce de
       yaşanıyordu. Türk edebiyat tarihi tutuklu yazarlarla doludur. Gözaltılar,
       kovuşturmalar, mahkemeler Türk yazarların en aşina oldukları şeylerdir.
       Bununla ilgili bir antoloji yapılacak olsa, Türk edebiyatının en hacimli
       antolojisi cezaevi odağında şekillenecektir. Yazarlık asıl böyle zamanlarda
       önem kazanır. Bana kalırsa bir yazarın asıl tutsaklığı, hatta ölümü
       otosansürle başlar. O zaman teslim olur. Üretemez olur. Bence bugün ve
       önümüzdeki yıllar için en büyük tehdit iktidarın etkisiyle yazarın
       yarattığı otosansür olacak.
       
       Kürtçe edebiyat için editörlük de yapıyorsunuz. Kürt yazarların arasında ne
       kadar dayanışma ve karşılıklı destek var? 
       
       Kürt yazarların birbiriyle dayanışması hem çok zayıf hem de çok güçlü.
       Türkiye’deki Kürt yazarların kendi aralarındaki dayanışma çok güçlü. Fakat
       İran’da, Irak’ta ve Suriye’de, Türkiye’de, Ermenistan’da ve dünyanın birçok
       şehrinde yaşayan Kürt yazarların birbiriyle iletişimleri zayıf. Geçen
       yüzyılın başında Kürtlerin toprakları dört devlet arasında paylaşıldı. Kürt
       yazarlar, hikayelerini üç farklı alfabe kullanarak yazıyorlar. Ortak
       kurumları yok denilecek kadar az. Köklü yayınevleri ise maalesef yok.
       Dilleri, kültürleri baskı altında. Bugün cezaevi veya sürgünle karşı
       karşıya kalmayan çok az sayıda Kürt yazar var. Benim kitaplarımın
       Kürtçelerini yayınlayan Avesta Yayınları’nın son iki yıl içinde birçok
       kitabı mahkeme kararıyla toplatıldı.
       
       Pek az Kürt yazar Almancaya çevriliyor. Uluslararası alanda çalışan Kürt
       bir yazar olarak rolünüzü nasıl tanımlıyorsunuz?
       
       Kürt olmak çok zor, Kürt bir yazar olmak daha da zor. Benim tek rolüm var,
       yazmak. Kendime daha farklı bir rol biçmiş değilim. İnsan olarak bir
       vicdanım var. Bu vicdan muhasebesini Kürt bir yazar olarak değil, sadece
       yazar olarak değil, insan olarak yapıyorum ben. Yazdıklarımın insan
       hikâyeleri değil Kürtlerin hikâyeleri olduğunu düşünerek kısıtlı bir alanda
       okuyabiliyorlar örneğin. İnsanlar, kimi zaman benden bir siyasetçi gibi
       davranmamı ve konuşmamı da bekliyorlar. Oysa ben bir siyasetçi değilim. Ben
       bir yazarım. Her şeyden önce kurmaca metinler yazıyorum. Ben yaşanan
       savaşları, kıyımları bir tanıklık şeklinde veya bir siyasetçi gibi
       anlatmam. Bu savaşların, kıyımların, ölümlerin insan ruhu üzerinde açtığı
       yarayı anlamaya ve anlatmaya çalışıyorum. Ben sadece Kürt halkının yazarı
       değilim. Ben benzer kaderi yaşamış herkesin hikâyesini anlatan biriyim. Her
       şeyi dert edinen, anlatamamanın çaresizliğini yaşayan, insanların kulak
       vermediği ve kaçtığı Mehdi benim.
       
       12 Nov 2019
       
       ## AUTOREN
       
 (DIR) Jana Volkmann
       
       ## TAGS
       
 (DIR) taz.gazete
 (DIR) Kültür
 (DIR) taz.gazete
       
       ## ARTIKEL ZUM THEMA