# taz.de -- Türkland'ın yazarıyla söyleşi: „Kendinde tükenme hakkı görmemiş nesillerin evlatlarıyız“
       
       > Göçmenlik travmalarını mercek altına alan okuma performansı Türkland'ın
       > yazarı Dilşad Budak Sarıoğlu'yla “Almancı“ olmayı, göçmen hastalıklarını
       > ve tükenmişlik sendromunu konuştuk.
       
 (IMG) Bild: „Bir yanımız hep başka bir eve hasret çekiyor.“
       
       Türkland, Dilşad Budak Sarıoğlu’nun kendi yaşantılarına dayanan roman
       metninden uyarlanarak MAVİBLAU işbirliğiyle hem Almanya hem de Türkiye'de
       sahnelenen otobiyografik bir okuma performansı. Çocukluğunda ailesiyle
       birlikte Almanya’ya iltica etmek zorunda kalan bir kadının yetişkinliğinde
       yüzleştiği göçmenlik deneyimi sahnede iki dilli bir metin, video ve
       şarkılar eşliğinde anlatılıyor. İrem Aydın'ın yönettiği ve Neslihan
       Yakut'un proje koordinatörlüğünü üstlendiği eseri, tiyatrocu Ilgıt Uçum ile
       yazar Sarıoğlu birlikte canlandırıyor. Yazarla “Almancı“ olmayı, göçmen
       hastalıklarını ve ırkçılığa karşı ses çıkarmanın zorluğunu konuştuk.
       
       taz gazete: Oyunda evsizlik teması oldukça yoğun işleniyor. Dilşad
       karakterinde göçmenlik travmasının ortaya çıkışı da “evlenme“ konusuyla
       başlıyor. Göçmenlik evsizlik midir ya da bir göçmen için evin anlamları
       nelerdir? 
       
       Dilşad Budak Sarıoğlu: Hayatımda ilk kez “Evet burası benim evim“ dediğim
       bir eve taşındım. Bu deneyimi yaşayana kadar böyle bir hissin var
       olabileceğini düşünemiyordum. Şimdi evime varmış gibi hissediyorum. Ama her
       zaman göçebelik hissi var içimde. Başka göçmenlerle de bu deneyimi
       konuşuyorum, o his herkeste biraz kalıyor. Bir yanımız da hep başka bir eve
       hasret çekiyor. Yedi yıldır Türkiye’de yaşıyorum, ama buradayken her zaman
       Almanya’yı, orada bıraktığım sevdiklerimi özlüyorum, oraya gidince de
       burayı özlüyorum. Bu özlem hep içimizde.
       
       Göçmenlik hayatınıza nasıl girdi? 
       
       Babam Türkiye'den politik sebeplerle kaçtığında altı, annem kaçtığında
       sekiz aylıktım. Ben bir buçuk yaşındayken bir aile beni annemin bilezikleri
       karşılığında kendi çocuklarıymış gibi yurt dışına çıkardı. Bir süre ailemle
       Paris'te sosyalist ve Türk bir örgütün yanında kaldık. Sonra ailem o
       örgütten de kaçmak zorunda kaldı, bense bir ay örgütün elinde kaldım. Aile
       büyüklerinin devreye girmesiyle ailemin iltica ettiği Almanya'ya götürüldüm
       ve orada büyüdüm.
       
       Türkiye’ye taşınmaya nasıl karar verdiniz? 
       
       Benim için bir hayaldi İstanbul’da yaşamak. Hayatıma Cengiz’in, yani oyunda
       da yer alan eşimin girmesiyle, iki yıl kadar uzaktan ilişki yaşadıktan
       sonra ani bir kararla taşındım. Çok hasta olduğum bir süreçteydim.
       Almanya’da her anlamda tıkanmıştım, iş hayatımda da özel hayatımda da.
       İyileşemiyordum ve doktorlar da çaresiz hissediyordu. O zamanki doktorlarım
       da “Evet lütfen bunu yapın“ dediler.
       
       Oyunda da “göçmen hastalıkları“ndan bahsediyorsunuz. Nedir bu göçmen
       hastalıkları? 
       
       Göçmen hastalıkları sosyolojik bir tabir. Somut bir tıbbi semptomu tarif
       etmiyor; her türlü hastalık bu tanımın altında yer alabilir. Kronik
       hastalıklar, yorgunluklar, tükenmişlik sendromları… Göç esnasında ve
       sonrasında yaşadığımız ve yüzleşmediğimiz travmaların ve korkuların
       birikmesiyle meydana gelen hastalıklar. Benim kronik hastalıklarımın
       altında kendime aşırı yüklenmem yatıyordu. Türkland’ı yazarken fark ettim
       ki bunun da altında her iki dünyaya da yaranamama hissi var. Sürekli
       kendini ispat etme çabası, yetersiz hissetme, daha fazla çalışmak zorunda
       kalmak ve yine de başarıya layık hissedememe duygularından kaynaklanan bir
       kendini aşırı yıpratma durumu. Çocukken terk edilmiş olma, sonra yine
       çocukken bilmediğin bir ülkede var olmaya çalışma travmaları ileride
       kendini hatırlatıyor ve sen sinyalleri görmediğinde bedeninde bazı
       hastalıklar kronikleşmeye başlıyor.
       
       Yazar Fatma Aydemir de „Arbeit“, yani „İş“ başlıklı yazısında göçmenlerin
       sıklıkla tükenmişlik sendromu yaşadığını, ama bunun görmezden gelindiğini,
       tükenmişlik sendromu denince akla hep beyaz Almanların geldiğini anlatıyor. 
       
       Evet, sanki tükenmişlik sendromu bizim hastalığımız olamazmış gibi
       yansıtılıyor ve biz de buna inanıyoruz. Alman toplumu bizim duygu ve ruh
       dünyamıza yeterince bakmamış, biz de yeterince anlatmamışız, çünkü bizden
       önceki nesiller zaten farkında bile değil. Ailelerimiz çok zor koşullarda
       çalışmışlar, 30 yılı fabrikada, madende geçirmişler. Kendinde tükenme
       hakkını görmemiş nesillerin evlatlarıyız biz. Benim ailem darbeden kaçmış
       ve çok travmatik bir geçmişleri var. Onlar böyle zorluklar geçirmişken
       benim tükenmeye hakkım yok diye düşündüm hep. Onlar da bize böyle
       davranıyor, tükenmişlik sendromu çok lüks bir hastalıkmış gibi. Yıllarca
       teşhis koyamıyoruz utandığımız için. Aslında kendi ebeveynlerimiz de
       tükeniyor, ama adı koyulmadığı için ileride başka hastalıklara yol açıyor
       bu. Bir Alman ebeveyni gibi uzun olmuyor ömürleri.
       
       Oyunda da özellikle Türkiyelilere bu travmatik ve zorlu “Almancı“
       deneyimini anlatmak, göçmenlerin neler yaşadığını göstermek arzusu var
       galiba. 
       
       Bu metni yazarken ana motivasyonlarımdan biri kesinlikle buydu. Türkiye
       toplumuna yazmak istedim. Neredeyse tanıdığım herkesin sülalesinde bir
       “Almancı“ olmasına rağmen bizi hâlâ öyle klişeler üzerinden tanıyıp
       değerlendiriyorlar ki. Orada neler yaşadığımızla ilgili hiçbir fikirleri
       yok. Almanya’da bile entegrasyon tartışmalarıyla üzerine ışık tutulmuş bir
       mevzu, ama Türkiye’de hiç konuşulmuyor. Oysa özellikle son yıllarda Türkiye
       çok göç almaya başladı. Savaştan kaçan insanların gelmesiyle Türkiye’deki
       toplum yeniden şekilleniyor. Almanya 80’lere kadar göç ülkesi olduğunu
       kabul etmiyordu. Sürekli göç alıyorsun ve bu insanların kalacağını
       anlamışsın, ama hâlâ göç ülkesi olmadığını söylüyorsun. Almanya’da bu inkâr
       yüzünden kronikleşen çok sorun var. Bunun ileride Türkiye’de ne gibi
       sorunlar doğuracağını kendi deneyimlerimden öngörebildiğim için bu
       hikâyeleri anlatmak istiyorum. Biz belki çok geç olmadan çözümler
       üretebiliriz.
       
       Oyunda çocukken ırkçılık gören göçmenlerin büyüyünce bunları
       anlatmadıklarından bahsediyorsunuz. Yakın zamanda Almanya’daki #MeTwo
       kampanyasıyla göçmen ve göçmen kökenliler yaşadıkları ırkçılıkları
       anlatmaya başladılar. Bir şeyler değişiyor mu? 
       
       Birçok kişi #MeTwo hareketine kadar yaşadıklarını fark etmedi bile. Ben de
       hastalanmasam başıma gelenleri bu kadar irdelemeyecektim. Birçok boyutta
       şiddet gördük, ama bunlar Almanya’daki hayatın gündelik akışında o kadar
       geçiştirilen şeylerdi ki, fark etmedik. Toplumsal grup olarak çok
       önemsizdik Almanya’da. Bunları konuşmadık, kendimize bile itiraf edemedik.
       Acısının arkasında durmak ve hesabını sormak çoğu kişinin aklına bile
       gelmiyordu. Bu yüzden toplumsal hareketler ve bunları paylaşmamız çok
       önemli.
       
       17.5.2019 ve 25.5.2019 tarihlerinde İstanbul'da yapılacak gösterimlere
       [1][buradan] ulaşabilirsiniz.
       
       15 May 2019
       
       ## LINKS
       
 (DIR) [1] http://www.maviblau.com/turklandtr/?fbclid=IwAR0S80uirPMsKcl1wxfChKKJR5oMaE7LgFpfVXGG20kV2xsz6_8eee-ZcGY
       
       ## AUTOREN
       
 (DIR) Burcin Tetik
       
       ## TAGS
       
 (DIR) taz.gazete
 (DIR) Kültür
 (DIR) Toplum
 (DIR) taz.gazete
       
       ## ARTIKEL ZUM THEMA