# taz.de -- Meriç üzerinden bir kaçışın hikayesi: Silivri'den Stuttgart'a
       
       > 10 dakika durmadan koştu Ulaş. Meriç’in kıyısına ulaştıklarında kalbi
       > yerinden çıkacaktı. Bilal plastik botu şişirdi; yağmurun toprağı
       > sürükleyerek çamurlu bir akıntıya dönüştürdüğü hırçın nehrin üzerine
       > bıraktı.
       
 (IMG) Bild: Rahat bırakmayacaklardı, açık cezaevindeki eziyet bitmeyecekti. O gün Türkiye’yi terk etmeye karar verdi.
       
       Ekim ayının serin bir sonbahar akşamında Ulaş, Silivri Cezaevi’nin
       kapısından çıktı. Kendisinden birkaç yaş büyük abisi onu kapıda
       kucaklamadan önce uzun uzun süzdü. İçeride geçirdiği altı ayda en az 10
       kilo kaybetmiş kardeşinin kırlaşmış saçlarına, çökmüş yüzüne baktı.
       Kardeşi, 38 yaşında bir bebeğe benziyordu.
       
       Ulaş, elbette üç yaşındaki kızına kavuşacağı için mutluydu. Ancak yol
       boyunca ne gözyaşlarına ne de korkularına hakim olabildi. Zira neden
       tutuklandığını bilmediği gibi, hangi gerekçeyle tahliye edildiğini de
       bilmiyordu. Bir gece yeniden evinden alınmaması için hiçbir neden yoktu.
       
       ## Suç: Cenaze ve 1 Mayıs’a katılmak
       
       „Terör örgütü üyesi olmak“, özellikle 15 Temmuz 2016’daki darbe girişiminin
       ardından, pek çok muhalife isnat edilen popüler bir suçlamaydı. Ulaş, Alman
       gazeteci Meşale Tolu ile aynı dosyada yargılanıyordu.
       
       Kendi kaderine dair tek bildiği, iddianamesinde yer alan o cümlelerdi:
       “Valilikçe yasak getirilmiş olmasına rağmen Taksim Meydanı’nda yapılması
       planlanan 1 Mayıs İşçi Bayramı törenine katılmak için Beşiktaş’ta bulunmak;
       Rojava’da, IŞİD’e karşı savaşırken öldürülen sosyalist gençlerden birinin
       evinin yakınlarından kalkan cenazesine katılmak.“
       
       İddianamede atılı iki suça dair fotoğraflar da konmuştu dosyaya. Ulaş’ın
       fotoğrafları… Birkaç metrekarelik hücresinde soruşturma dosyasını
       incelerken şöyle sormuştu kendi kendine: “Tüm dünyada kutlanan bir bayrama
       ve aynı mahallede oturduğun birinin cenazesine katılmak neden tutuklanma
       gerekçesi olsun ki?“
       
       ## Polisten, patrona talimat: O teröristi işe almayacaksın
       
       İlk özgür gecesini minik kızına sarılarak geçirdi. Ona aylardır tutulduğu
       yerle ilgili en güzel yalanları söyledi. Ertesi gün cezaevine girmeden önce
       çalıştığı iş yerine gitti. Ulaş’ın işi, kendisine tahsis edilen arabayla
       marketleri gezerek içecek ve cips pazarlamaktı.
       
       Kendisini kapıda karşılayan arkadaşlarına kısaca cezaevindeki altı ayda
       neler yaşadığını anlattı. Arkadaşları onu gördüklerine mutlu olsalar da
       Ulaş yüzlerindeki tedirginliği farketti. Belli ki söyleyecek şeyleri vardı:
       “Kısa bir süre önce polisler geldi buraya. Patronla konuştular. 'Ulaş geri
       gelirse işe almayacaksın. Terörist o’ dediler.“
       
       Ulaş arkadaşlarının yanından ayrıldı, kendini ara sokaklara vurdu. Tam bir
       sigara yakmıştı ki, yanında gri renkli bir Volkswagen marka araba belirdi.
       
       Açık camdan seslenen dört kişiden biri, “Tanıdın mı beni Ulaş, ben Ahmet“
       dedi. Sesi de, arabayı da tanımıştı Ulaş. Altı ay önce bir gece evine
       yapılan baskının ardından emniyet müdürlüğüne götürüldüğünde, sorgusunu bu
       adam yapmıştı. Kendisine ajanlık teklif etmiş, mahallesinde yaşayan
       sosyalistlerin isimlerini vermesini istemişti.
       
       ## „Kurtuldun mu sandın“
       
       Dört polis aşağı inip, bellerindeki silahları göstererek Ulaş’tan, arabaya
       binmesini istediler. “Cezaevinden çıkınca kurtuldun mu sandın lan!“ diye
       bağırdı içlerinden bir tanesi.
       
       Arabanın arka koltuğunda küfürler tehditlere, tehditler yumruklara karıştı.
       Ulaş da kızına edilen küfüre yumrukla karşılık verdi. Ağzı ve burnu kan
       içinde, yol kenarına bıraktılar Ulaş’ı. Yığılıp kaldığı kaldırımda ağladı…
       Cezaevinden çıkarken “Sonunda bitti“ diye düşündüğü hikaye aslında yeni
       başlıyordu.
       
       O gece minik kızının kokusuna sığınmak istedi ancak tutuklanarak büyük
       korku yaşattığı eski eşinden bunu isteyemezdi. Birkaç birayla birlikte otel
       odasında aldı soluğu. Kaç sigara içti, ne kadar süre ağladı, kendi de
       bilmiyor.
       
       Ertesi gün kendini yollara attı. Bir iş bulmalı, kendine ait bir ev
       kurmalı, hayatını yeniden düzene sokmalıydı. Sosyal güvenlik kurumuna gidip
       bazı evrak işlerini halletti. Binadan dışarı çıkıp yürümeye başladığında
       yanında Ford Connect marka bir araba durdu. Bu defa arabadaki polislerin
       arasında Ahmet yoktu. “Amma gezdin bugün ha!“ dedi bir tanesi. Yine
       işbirliği teklif ettiler, isim istediler, tehdit ettiler… Rahat
       bırakmayacaklardı; bitmeyecekti açık cezaevindeki eziyet. O gün Türkiye’yi
       terk etmeye, Almanya’ya gitmeye karar verdi. Ama nasıl olacaktı?
       Tahliyesine karar veren mahkeme, aynı zamanda yurt dışına çıkışını da
       yasaklamıştı.
       
       “İnsan kaçakçıları…“ dedi kendi kendine. Yol, yordam bilmeden İstanbul’un,
       Suriyeli nüfusunun yoğun olduğu, insan kaçakçılarıyla meşhur Aksaray
       semtinin yolunu tuttu. Sordu soruşturdu, 30’lu yaşlarında, zayıf, kısa
       boylu, Mardinli bir kaçakçı olan Bilal’i buldu. Hızlı konuşan, konuşurken
       sürekli etrafına bakınan Bilal güven vermeyen bir tipti; ondan kurtuluncaya
       kadarki ana kadar da hiç güven vermeyecekti. Pek fazla seçeneği bulunmayan
       Ulaş, Yunanistan-Türkiye sınırındaki Meriç nehri üzerinden her hafta 12
       kişiyi kaçırdığını söyleyen Bilal ile 2500 dolara anlaştı.
       
       Kasım ayında bir gün, Bilal’den „Üç gün sonra sınırdan geçeceği“ haberini
       aldı. Ulaş heyecanlandı, korkuyordu. “Daha ne kadar kötü olabilir ki“ diye
       sordu kendine. Ya yakalanacaktı ya da Meriç’in asi sularında boğulacaktı.
       
       ## Meriç: Geriye kalan iki kapıdan biri
       
       Selanik’teki Makedonya Üniversitesi’nde görev yapan ve sığınmacılar üzerine
       çalışmalar yürüten sosyolog Prof. Neşe Özgen, Türkiye üzerinden Avrupa’ya
       geçmeye çalışanlar için artık yalnızca iki kapı bulunduğunu belirtiyor:
       Meriç’ten birkaç sabit nokta üzerinden geçiş, ya da adalar rotasıyla
       Midilli kuzeyi ile Samos ve Kos çıkışı. Özgen sözlerine şöyle devam ediyor:
       “Türkiye ile AB arasında imzalanan Geri Kabul Anlaşması ile şebekelerin
       yolu, Balkan rotasında büyük oranda kesildi. Diğer yerlerin de çıkış
       emniyeti için kapandığını gördük.“
       
       2018’in ilk altı ayında Meriç üzerinden Yunanistan’a geçmek isteyenlerin
       sayısı 10 bini aştı. Ancak akıntının çok hızlı ve güçlü olması, can
       kayıplarının da artmasına neden oluyor. Asi Meriç Nehri’nden Yunanistan’a
       geçmeye çalışırken hayatını kaybedenlerin sayılarına dair resmi bir kayıt
       yok. Haberlere yansımış ölümlerin sayısıysa, aralarında çocuk ve kadınların
       da bulunduğu 30 kişiden fazla.
       
       Kaçak yollarla sınırı geçmeye çalışanların sayılarına dair de bilgi veren
       Özgen “Biz genellikle tutulan resmi sayıları dört veya beş katıyla çarparak
       konuşuruz. Şimdilerde sadece ülkelerindeki savaşlardan kaçmaya çalışan
       sığınmacılardan değil, gönüllü ya da gönülsüz sürgünlükten, bir başka
       ülkede daha iyi şartlarda bir hayat arayanların sayılarından da söz
       ediyoruz“ ifadelerini kulllanıyor.
       
       ## „Ya özgürlük ya ölüm“
       
       Büyük gün gelip çattığında Ulaş, rehberi Bilal ve beraberindeki dört
       kişiyle İstanbul’dan yola çıktı. Geçiş yapacakları Yunanistan’a sınırı olan
       Edirne kentine uzanan yaklaşık üç saatlik araba yolculuğunda kader birliği
       yaptığı insanlarla tanıştı; “Gülen Cemaati’ne mensup iki kişi, ülkesindeki
       savaştan kaçmış bir Suriyeli ve PKK üyesi olduğu gerekçesiyle 3 yıl hapis
       cezası almış Türkiyeli bir Kürt.“ Yolculuk sırasında arka koltukta oturan
       Ulaş’ın gözü sık sık arabanın geniş bagajında duran, havası sönük plastik
       bota gidiyordu; “O bot, bu gece ya özgürlük olacak benim için ya da ölüm.“
       diye düşündü.
       
       Sınır köyü Tayakadın’a vardıklarında saat gece yarısını çoktan geçmişti.
       Bilal’in koyduğu kurallara göre yolcular yanlarına yalnızca küçük bir poşet
       alabilirdi; en fazla bir tişört, bir çift çorap… Fazlasını taşımaya ne
       zaman, ne de imkan vardı. Ulaş poşete bir paket sigara bir de çakmak
       koymuştu.
       
       Arabadan inip, sınır hattına doğru uzun ve zorlu bir yürüyüş yaptılar.
       Sağanak yağmur eşliğinde, devriyelere yakalanma korkusuyla kah pirinç
       tarlalarının içinde boğuştular, kah balçığa dönüşmüş toprakla mücadele
       ettiler. Sınırı geçecekleri yere varmalarıysa yürüyerek tam bir buçuk saat
       sürdü.
       
       Askeri devriyeyi bir süre izleyen Bilal, birkaç dakikalık sessizliğin
       ardından fitili ateşledi: “Konuşmak yok. Geride kalmak yok. Ben durana
       kadar koşacaksınız.“
       
       10 dakika durmadan koştu Ulaş… O 10 dakika, 6 aylık tutukluluğundan daha
       uzun geldi. Meriç’in kıyısına ulaştıklarında kalbi yerinden çıkacak gibi
       oldu. Kaçakçı Bilal, plastik botu hızlıca şişirdi; yağmurun toprağı
       sürükleyerek çamurlu bir akıntıya dönüştürdüğü hırçın nehrin üzerine
       bıraktı. Beş kaçak, bottaki yerini aldı. Bilal ile birlikte iki kişi 30-40
       metre enindeki hırçın nehrin karşı kıyısına geçmek için küreklere
       asıldılar. Birkaç kez devrilme tehlikesi atlattılar. 15 dakikalık savaşın
       ardından Yunanistan’ın, Nea Vyssa Köyü’nün kıyısındaydılar. Ulaş, “Bir
       sigara yakmak artık benim için özgürlük demek“ dediği sırada paketi
       Meriç’in sularına düşürdüğünü fark etti.
       
       Yunan polisine gözükmeden sığınacak bir yer bulmaları gerekiyordu. Köye
       yakın, amatör bir futbol takımının sahasındaki soyunma odasında tedirgin
       ama umutlu bir uyku çektiler.
       
       ## Yunanistan’da gözaltı
       
       Ertesi gün Bilal, yolcuları trene bindirerek Atina’daki bir başka kaçakçıya
       gönderdi. Ancak başkente varmaya üç durak kala derin bir uykuda olan Ulaş,
       hiç bilmediği bir dilde duyduğu sesle irkildi. Başında iki polis duruyordu.
       Bir umutla çıktığı yolculuk, Suriyeli, Afgan, Pakistanlı 50 kişinin kaldığı
       ufacık bir hücrede son bulmuştu.
       
       Üç gün aç ve susuz, yatak olmayan bir koğuşta yattı. Sonrasında polis,
       tercüman eşliğinde ifadesini aldı. Polislere siyasi gerekçelerle
       yargılandığını, hapse atıldığını ve Almanya’ya iltica etmek istediğini
       söyledi. İfadesinin ardından da serbest bırakıldı.
       
       Ulaş, Bilal’in ismini verdiği bir diğer insan kaçakçısı olan Baran’ı buldu.
       Bir Suriye Kürdü olan Baran az çok Türkçe konuşabiliyordu. Uzun boylu,
       yanağında bir kesik izi bulunan Baran, bir Yunan vatandaşı kadar rahat
       hareket ediyordu. Ulaş'a seçeneklerini sundu: “Almanya'ya ya karayoluyla
       gideceksin, ya da uçakla. Karayolu ile gidersen tehlikeleri var. TIR’ın
       altında gönderebilirim seni ama daha önce o yöntemle ölen çok oldu.
       Otobüslerin bagajlarındaki gizli bölmelerle de gönderebilirim ancak onda da
       Arnavut veya Sırp mafyasıyla başın belaya girebilir. Uçak biraz pahalıdır
       ama neredeyse garantidir.“
       
       Suriyeli Baran, bir Yunanistan vatandaşının kimliği için Ulaş’ın 6500
       dolarını aldı. Türkiye’den binbir zorlukla Atina’ya varan genç adam, bu
       yöntemle pasaporta ihtiyaç duymadan uçakla Almanya’ya gidebilecekti.
       Özgürlük, kimlikteki Yunana mümkün olduğunca benzemekten geçiyordu.
       
       Ulaş, saç modelini kimlikteki adam gibi yaptı, sakallarını kesti,
       havaalanındaki görevlilerin dikkatini çekmemek için resimdekine benzer bir
       yüz ifadesi takındı. Sorunsuzca bindiği uçak havalandı, Ulaş Almanya’ya
       iniş yaptı. Artık özgürdü Ulaş. Havaalanı çıkışına dek yeni hayatının
       hayalini kurarak yürüdü. Ta ki, kimlik kontrolü yapıldığını görene dek.
       
       ## „Silivri buraya göre cennetmiş“
       
       Kimliğini görmek isteyen görevliye, adını dahi bilmediği adamın kartını
       uzattı. Kalbi yerinden çıkacaktı, fark ettirmemek için etrafına bakındı.
       Görevli önce Ulaş’a, sonra kimliğe baktı… Sonra bir kez daha… Kimlik
       kartını bir cihaza okuttu ve işte dünyayı, Ulaş’ın başından aşağıya yıkan o
       uyarı sesi duyuldu. 6500 dolar ödediği kimlik için çalıntı kaydı vardı.
       Görevli, polisleri çağırdı. Ulaş’ı alıp bir odaya götürdüler. Ne İngilizce
       ne de Almanca biliyordu ve ağzından yalnızca şu üç kelime döküldü:
       “Kurdisch, Türkei, Politik.“
       
       Tam bitti derken kendini yeni bir hücrede buldu. Talihsizliğini düşünerek
       uykuya daldı. Sabah, polislerce uyandırıldı. Mahkemeye çıkarıldı.
       Havaalanındaki görevliye kendi kimliği yerine bir Yunanistan vatandaşının
       kimliğini gösterdiği için suç işlediği hükmü verildi. Silivri’nin
       kapısından özgürlüğe çıktığını sanan Ulaş’ın hikayesi, Almanya’da bir kez
       daha cezaevinde son buluyordu.
       
       Bir buçuk ay tanımadığı, dillerini konuşamadığı bir İtalyan ve bir Almanla
       hücresini paylaştı. “İğrenç kokusu burnumdan gitmiyor“ dediği salamları
       yemeyi reddetti; köpek mamasına benzettiği bir kepçe soslu makarnadan başka
       bir şey yemedi. En çok sigarayı ve sıcak çayı özledi. Günde 23 saat hücrede
       kapalı kaldı ve bir saat çıkarıldığı avluda yalnızca hareket etmiş olmak
       için donarak yürüdü. Attığı her voltada şu cümleyi tekrarladı kendine:
       “Silivri buraya göre cennetmiş.“
       
       Bir buçuk ay sonra yeniden hakim karşısındaydı. Stuttgart’ın, Neuffen
       Köyü’nde, eski bir fabrikadan bozma mülteci kampına gönderildi. Ulaş'a göre
       „Türkiye’den kaçan Gülen Cemaati mensuplarının kısa sürede almaya hak
       kazandığı“ ehliyet, oturum ve çalışma izni gibi haklara kendisi bir türlü
       sahip olamadı. Alman yetkililer başvurularına henüz bir yanıt vermiş değil.
       Ulaş bugün kamp yetkililerince verilen 320 avro ile “Açık cezaevi“ olarak
       tanımladığı yerde hayata tutunmaya çalışıyor.
       
       Devletten aldığı parayla günde iki öğün yemek yiyebiliyor Ulaş: Sabah
       kahvaltısı ve diğer yarısını akşam yediği öğlen yemeği… Yemeklerini,
       kaldığı kamptaki mutfakta hazırlıyor. Bütçesinin ancak yettiği yemeklerse
       Türkiye mutfağının klasiklerinden menemen, patates kızarması ya da
       haşlanmış patates, bir de makarna oluyor.
       
       Alman göç idaresinin verilerine göre 2018 yılı içerisinde Almanya’ya iltica
       talebinde bulunan Türkiyelilerin sayısı geçen yıla göre yüzde 28 oranında
       artış gösterdi. 2018’in ilk altı ayında 4 bin 329 Türkiyeli, Almanya’da
       iltica talebinde bulundu. Nisan ayına dek başvurusu kabul edilen Türkiyeli
       sayısıysa yalnızca 42.
       
       Avukatının yaptığı oturum ve çalışma izni başvurularının yıllarca
       sürebileceğini söylediği Ulaş, şimdilerde günlerini Almanca çalışarak
       geçiriyor. Kampın bulunduğu köyde, kulaklıklarını takarak uzun yürüyüşlere
       çıkan genç adam, Almanca kelimeler ezberliyor.
       
       Ailesi, korktukları için Ulaş ile iletişim kurmaktan çekiniyor. Neuffen
       Köyü’nde, çokça vakit geçirdiği iki arkadaşı var. Biri, Türkiye’nin
       Erzincan kentinden yıllar önce Almanya’ya göçmüş, Kürt kökenli Elif abla…
       Diğeriyse köyün yerlilerinden Uli. Elif ile sohbetlerinde sık sık kopmak
       zorunda kaldığı memleketi hakkında konuşup hasret gideriyor. Uli’den de
       özgür bir insan olarak yaşamanın hayallerini kurduğu Almanya’nın kültürünü
       öğrenmeye çalışıyor…
       
       20 Sep 2018
       
       ## AUTOREN
       
 (DIR) Tunca Öğreten
       
       ## TAGS
       
 (DIR) taz.gazete
 (DIR) Özgürlükler
       
       ## ARTIKEL ZUM THEMA